Sorularla Tasavvuf Dervişlerin Halleri Ariflerden İnciler Manevi Gündem Hizmet - Denge Gönül Mekanları
2016-03-04 10:42:24 Yönetici 0 Yorum

‘İĞNE İLE KUYU KAZIN’

1930-1960’lı yıllarda Mısır’da İslami ve siyasi hayata damgasını vuran Müslüman kardeşlerin önemli temsilcilerinden Seyyid Kutub’a, kendi dönemindeki Türkiye’de farklı bir İslami hareket başlatan, henüz küçük yaşta Şam’da verdiği Hutbe-i Şamiye ile belirli bir ün kazanmış olan Bediüzzaman-ı Said Nursi’nin Türkiye’deki hizmet sistemi ve anlayışı sorulur. Cevaben; “Onun yaptığı iğne ile kuyu kazmaktır” der. (Yusuf el-Benna, Hatırat)

İdamına yakın bir zamanda kendi yazdığı kitapların, kitleleri fiili eylemlerden daha fazla etkisi altına aldığını fark eden Seyyid Kutub, öğrencilerine son vasiyeti olarak, “İğne ile kuyu kazın” nasihatinde bulunur. (Yusuf el-Benna, Hatırat)

Bunu neden mi anlattık?

İzah edeyim. Muhafazakâr bir ailenin bireyi olarak dünyaya gelişimiz, genel hatları ile eğitimimizi de bu yönde şekillendirdi. İlkokulu bitirdikten sonra, altıncı sınıfı, benden bir yaş büyük olan komşumuzun çocuğunun gittiği İmam Hatip Lisesi’nin ortaöğretim kısmında devam edecektim. Fakat 1997’de çıkan bir yasa ile ilköğretim sekiz yıla çıkmış, dolayısı ile İmam Hatip Liselerinin de ortaöğretim kısımları kapatılmıştı. Aslında, İmam Hatiplerin orta kısmının kaldırılıp ilköğretime bağlanması, 8 yıllık eğitimin zorunlu kılınmasından ziyade, İmam Hatiplerin orta kısmının ortadan kaldırılmasına yönelikti. 

Nitekim daha sonraları bu yasa sürecinin içinde bulunan kişilerin itirafları, tüm bu sürecin düşündüğümüz gibi olduğunu ortaya koymuş oldu. Ama o yıllarda “sekiz yıllık zorunlu eğitim” cümlesinin üzeri basa basa vurgulanarak, toplumun zihnindeki İmam Hatiplerin orta kısımlarının kapatılıp ilköğretime bağlanması algısı bastırılmış olundu.
O günün şartları susmayı gerektirir miydi bilmiyorum ama bugün daha yüksek sesle haykıranların, taleplerinin karşılığını aldıkları ve alıyor oldukları aşikâr.


Bizler, o sekiz yıllık eğitimin ilk meyveleri; orta öğretimli bir İmam Hatip kuşağının da bitişinden sonraki ilk öğrencilerdik. Dolayısı ile hiçbir zaman ağabeylerimize, ablalarımıza yetişememiştik. Hem kıyafet algımız da onlar gibi değildi. Mesela, o zamanlar, çoğunlukla erkekler duble paça, bayanlar ise daha sade ve düz giyinirlerdi. Düz paça giymek, suç olduğundan filan değil, o kuşağın kendine has bir tarzı olduğundandı herhalde. 

O dönemlerde, görsel ya da yazılı basında, hatta tirajı yüksek gazetelerin hiçbirinde, sürekli gerçekleştirilen “Zulme hayır!” mitingleri yer almazdı. Ehemmiyetli de görülmezdi. Yani, habercilerin ifadesi ile “Haber değeri yoktu.”

Dava “başarmak” davası değildi! 

Peki, kime göre yoktu? Dini yaşamaya dair özgürlüklere yapılan kısıtlamalar da zulmün bir şekli değil miydi? Hem değil miydi ki, tüm zaferler bir avuç insanla başlardı? Azık olarak yanlarına alacakları sadakati, ihlâs ve sabır kendilerine yetecek olsundu.

Ben ve birkaç arkadaşım, o küçük grupları miting yaparken gördüğümüzde acırdık. Fakat bir zaman sonra, zaman, asıl acınacak olanın biz olduğumuzu bilmüşahede bizlere göstermiş oldu. Zira başarmak dava değildi ki! Dava oydu ki, o yolda tarafına yaslanmak. Safını her geçen gün biraz daha sık tutup desiselere fırsat vermemek. Dahi, düzlüğe çıkmayıp eşiğinde can vermekti…

Şimdi eşikte ölenler ölmüş de biz, düzlüğe çıkarılmış bir emanetin meyvelerini yiyor gibiyiz.

Aklımda daima yer etmiştir: “Her nesil kendinden önceki neslin kazanımlarını yer” düşüncesi. Bu sözün aklımda yer etmiş olması, Efendimizin sallallahu aleyhi vesellemin “Her nesil, kendinden sonraki nesilden daha hayırlıdır” hadis-i şerifine binaen olsa gerek.

Nitekim 2000’li yıllardan önceki 60 yılımıza baktığımızda, mazideki büyüklerimiz, kendi ifadeleri ile “Büyük Doğu’nun hamiliğini yapmışlardır” 
Evet! Onlar, o dönemdeki tüm sıkıntılara göğüs gerip zulmü alkışlamayarak, dünyada herhangi bir karşılığını beklemedikleri bir bedel ile kendisinden sonraki ya da kendi çağındaki bastırılmaya çalışılmış bir neslin hamiliğini yapmışlardır.

Bulundukları zaman diliminde, davasını sürdükleri şeyin karşılığını belki de o an alamadılar ama bizlerin, o atılan tohumların meyvelerini yediğimiz aşikâr. Neticede Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Biz acele ettik kışta geldik.” Bizlerin de kışta geldiği söylenemez. O halde biz, baharın hem çiçekleriyiz. Unutulmamalı ki; her dalda biten nimet, ağacını daha bir sorumlu kılar, onu verene karşı…

Acaba biz, bu ‘şek günü’nün tüm nimetlerinden istifade ederken, bizden sonraki varislerimize vefasızlık, ihlâssızlık ve şükürsüzlüğün bir neticesi olan kışı mı bırakacağız? Yoksa birbiri içine geçip kenetlenmiş sadakat tohumları mı? Düşünelim, akıl edelim. Henüz akıl edenler de kurtuluşta iken… Çünkü her kışın bir baharı olduğu gibi her baharın da bir kışı olacağı, mutlak bir hakikat olarak önümüzde durmakta…

Nimetin hesabı bizden sorulacak

İçinde bulunduğumuz sosyal, siyasi, dini algı ve müsait ortamın kıymetini yeteri kadar bilmeyip, onları kendi kazanımlarımız olarak gördüğümüz takdirde, geleceğimize bırakacağımız hiçbir mirasımız olmayacak. Ama bildiğimiz bir gerçek var ki o da bizden önceki dava insanlarının, bu zamana zemin hazırladıklarıdır.


Hem değil midir ki, meşhur bir söze göre “Sizi varlıkla imtihan eden Allah, yoklukla da imtihan edecek olsun”?
Nitekim Saad bin Ebi Vakkas’ın çeşitli nimetlerle donatılan bir sofranın başında ağlayıp Rasulullah dönemine atıfta bulunarak, hüzünlenip ağlamasına ne demeli? Mesela, var mıydı onların da geceleri korku ile ümit arası dizlerine doğru eğilip iniltili ağlama nöbetleri? Kim bilir? …
Rüzgârsız bir havada sallanılan kılıcın şiddeti ne kadardır bilinmez. Bu yüzden, rüzgâr gününe kendimizi hazırlamamız lazım geliyor. 

Nihayetinde, insan ruhunun kabz ve bast hali olduğu gibi devletler muvazenesinde de milletlerin ve devletlerin imtihan noktasında da kabz ve bast halleri vardır. Bast halinde bulunduğumuzu düşündüğüm, bizlerin unutmaması gerekir ki bu halimiz, diğer bir hale de inkılâp edecektir. İslami ideal şuurunu, gençlerimize yeteri kadar sağlıklı veremediğimiz takdirde, kabz hallerimizin, sancılığı geçeceğini bilmemiz gerekir.
Bizden öncekiler tohumu attılar ve şimdi meyve veriyor elhamdülillah. Hangi tohum atılıp meyve vermemiş ki? Tabii müşahede ettiğimiz kadarı ile Selef diye ifade ettiğimiz zümrenin üç düsturu vardı: Sabır, sadakat ve ihlâs...

Bizler için de şu an yanımızdan ayırmamamız gereken yine üç düstur var: Şükür, sadakat ve ihlâs...
Musibetleri sabır düsturu ile bertaraf eden yakın geçmişimiz, şimdi de bizlerden, nimetlere şükür düsturu ile mukabelede bulunmamızı istiyor. Zira değil midir ki tüm ruhları canlı tutan, sonraki gelenlerin o davaya olan sadakatleridir? Zira Rabbimiz kimseyi sahipsiz bırakmamıştır ve hiçbir İslam davası, müdavimin başına kalmamış, sonraki ruhlar ile desteklenmiştir.

Bu yüzden, zaman, öncekinden daha büyük gayret ve sadakat ile kuyu kazmak zamanıdır. Çünkü nimete kavuşan biz olduğumuz için hesap ta bizden sorulacaktır…

İBRAHİM ARPACI

Yorumlar

Hiç yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın.

Yorum Yap

2016 Zümra İlim | All Rights Reversed.
Web Tasarım: Markalize