Parantez Hayat Sermayesi Kulluk Sanatı Yansımalar İnsan'a Doğru Tefekkür Bahçesi Fikir Meydanı Mihenk Taşı Kalbin Dili Mesneviden Hikayeler
2016-03-04 11:41:28 Yönetici 0 Yorum

KALP, ZİKRULLAH İLE HAYAT BULUR

Dertlerin çaresi, huzurun anahtarıdır

“Kalpler ancak allah’ı anmakla huzur bulur” 

İnsan, muhabbet duyduğu varlığa ram olur (itaat eder). Onu her an gönlünün en mûtena (ihtimamlı) yerinde taşır. Düşüncesi, hayali, fikri ve zikri onunladır. Zahiren ayrı olmak bile onun için fazla bir şey ifade etmez. Zira ruhen daima onunla beraber yaşar. Nitekim bu hakikati beyan sadedinde; “Yanımdaki Yemen’de, Yemen’deki yanımda…” buyrulmuştur.

Mesela çocuğuna aşırı muhabbet duyan bir kişi, her fırsatta çocuğundan bahsederek kendisini tatmin eder. Mesleğine çok düşkün biri de işiyle alakalı mevzuları (konuları) konuşmaktan haz duyar. Sevdiği şeyleri andıkça, onlara olan muhabbet ve düşkünlüğü daha da artar. Bir balık da Nasıl susuz yaşayamazsa, bir mümin de zikirsiz huzur bulamaz. Zira: “…Kalpler ancak Allahʼı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d; 28)

Müminin gönlü de kâmil bir iman muhabbetiyle dolduğunda, Rabbinin ismi onda daimi bir zikir haline gelir. Zikir, onun için adeta bir ab-ı hayat/can suyu olur. Nasıl ki bir balık, sudan ayrı yaşayamazsa, o da zikirsiz huzur bulamaz. Onun nazarında zikir; yemek, içmek ve teneffüs etmek kadar vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.

Nitekim Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem: “Allah’ı zikreden kimseyle zikretmeyenin misali, diri ile ölü gibidir.” buyurmuştur.(Buhari)

Zikrin feyziyle nefsani arzular yanar

Dolayısıyla kalbi hayatını, iman muhabbetiyle diri tutan bir mümin, bunun en tabii bir tezahürü olarak Rabbinin ismini, gönlünün virdi (her an diliyle yaptığı zikri) edinir. Hak Teâlâ’nın azamet-i ilahiyyesinden, sonsuz kudretinden, idrak ötesi mükemmellikteki hükümranlığından, ilahi tanzim ve takdirindeki hikmetlerinden söz etmek, onun ruhunda tarifsiz bir zevk ve lezzet husûle getirir. Bu yüzden, her halükarda Hakk’ı hatırlar, O’nun yâdıyla kalbini ve dilini manen tatlandırır. Zira ayet-i kerimede buyrulur: “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d; 28)

Zikrin feyz ve ruhaniyeti, tıpkı güneşten gelen ışık huzmelerini üzerinde toplayan bir mercek gibi altında bulunan çer-çöp hükmündeki bütün nefsani arzuları yakıp kül eder. Öyle ki bu durum ilerledikçe, müminin nazarında Hakk’ın zikrinden daha lezzetli bir şey kalmaz. Bu lezzet ruhunu sardıkça, kulun Hakk’a yakınlığı artar; Hakk’a yakınlığı arttıkça da zikre olan iştiyakı çoğalır.

Ebû Said el-Harraz Hazretleri, Hak dostlarının hallerinden bahsettiği bir sohbetinde şöyle buyurmuştur: “Cenâb-ı Hak, kullarından birinin başına velayet tacını giydireceği zaman, ona önce zikir kapısını açar. Kalbine zikretme tadını verir. Kul bu tadı aldıktan sonra ona, Zat’ına yakınlık kapısını açar. Onu ünsiyet, yakınlık ve ülfet makamına oturtur. Bundan sonra tevhid kürsüsüne çıkarır. İşte asıl olacaklar, bundan sonra olmaya başlar.”

Zikrin hakikati ve kemali 

Bütün ibadetler, Allah’ı uyanık bir kalple zikredebilme ölçüsünde kıymet kazanır. Allah’tan gafil bir kalple yapılan ibadetler ise zikrin feyzinden noksandır, huşû şartına riayet edilmemiş demektir. Zikir, ibadetlerin içinde bulunması gereken zarûri şartlardan biridir. Bunu Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem hadis-i şeriflerinde şöyle ifade buyurmuşlardır: “Beytullah’ı tavaf etmek, Safa ve Merve arasında sa’y etmek ve şeytan taşlamak, Allah’ın zikrini ikame etmek için emredilmiştir.” (Ebû Davûd, Menasık, 50/1888)

“Kim Allah Celle Celalûhu Hazretleri’ne itaat eder, emir ve yasaklarına hakkıyla riayet ederse, O’nu zikretmiş olur; velev ki (nafile) namazları, oruçları ve Kur’an tilaveti az bile olsa! Kim de Allah’a karşı isyan halinde bulunursa (günahları terk etmezse), Cenab-ı Hakk’ı zikretmemiş olur; velev ki (nafile) namazları, oruçları ve Kur’an okuması çok bile olsa!” (Heysemi, II, 258)

Ayet-i kerimede buyrulur: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın!..” (Münafikûn; 9)
Allah’ı hatırlamak, zihni ve kalbi O’na bağlayıp O’nu anmak, ibadetlerin makbuliyet şartlarından biridir. Nitekim ayet-i kerimede buyrulur: “(Rasûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hâyâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût; 45)

 

Zikir ibadetlerin can damarıdır

İşte dinin direği sayılan namaz ibadetinin de “zikir” olarak ifade buyrulması, zikrin, ibadetlerin adeta can damarı mevkiinde olduğunu teyid etmektedir. Öyle ki zikirsiz bir ibadet, Hak katında eksik ve kusurludur.

İbn-i Abbas radıyallahu anh bu ayet-i kerimedeki; “…Allah’ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür…” beyanını iki şekilde tefsir etmiştir:

1) Allah Teâlâ’nın sizi zikretmesi, sizin O’nu zikretmenizden daha büyüktür.

2) Allah’ı zikir, zikirsiz olan her ibadetten üstündür. (İhya, I, 847)

Velhasıl ibadetten maksat, Allah’ı hatırlamak, O’na tazimde bulunmak ve kulluğumuzu arz etmek suretiyle O’nu zikretmektir. Fakat bu hakikati nefsani ve şeytani bir tevil ile ifrata götürüp, ibadetleri hafife almak şeklinde telakki etmek de, son derece mahzurludur.

Zikir ibadetlerden ayrı değildir!

Aşk ve cezbe halindeki zikri kendine kâfi zannederek sair ibadetleri önemsememek; sırat-ı müstakimden ayrılmaktır, nefsani bir yola sapmaktır, ibadetlerin özünü anlamamaktır. Zira zikir, tıpkı dua gibi ibadetin asli hususiyetlerinden biri olarak bütün ibadetlerin içinde vardır. Onu ibadetlerden ayrı düşünmek veya ibadetlerin yerine ikame etmek, söz konusu olamaz.

Nitekim Sami Efendi kuddise sirruhul ali Hazretleri, zikir hakkında şöyle derdi: “Zikrin hakikati ve kemali, zikir anında zikredilenden başka her şeyi unutabilmektir. Hak yolunun yolcusuna gereken de en büyük gaye olan zikr-i hakikiye ulaşmaktır.” 

Hakim et-Tirmizi rahmetullahi aleyh der ki: “Zikrullah kalbi diri tutar ve yumuşatır. Kalp, zikirden uzaklaşınca nefsin harareti altında kalır, şehvet ateşleriyle kurur, katılaşır, diğer uzuvları ibadet edemez hale getirir, kaskatı yapar. Eğer bu halinde devam ederse kuru bir ağaç gibi, taş gibi kesilip ateşte yanmaktan başka bir işe yaramaz. Bu duruma düşmekten Allah’a sığınırız.” 

Makbul bir zikrin şartı

Zikrin nûru, zakirin hali kadardır. Makbul bir zikir için; önce haram ve şüpheliler terk edilmeli, nefsani ihtiraslar kalpten atılmalıdır. Hak dostlarından Üftade Hazretleri, bir gün müridleriyle bir kır sohbetine çıkar. Emri üzerine bütün dervişler, kırın rengârenk çiçeklerle bezenmiş yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirirler. Ancak Aziz Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış, solgun bir çiçek vardır yalnızca…

Diğer müridlerin neşeyle elindekileri takdiminden sonra, Aziz Mahmud Efendi, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği üstadına takdim eder. Üftade Hazretleri, diğer müridlerini de irşad maksadıyla, onların meraklı bakışları arasında sorar: 
- Evladım Mahmud! Herkes demet demet çiçek getirdiği halde, sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin? Kadı Mahmud edeple başını önüne eğerek cevap verir:

- Efendim! Size ne takdim etsem azdır. Lakin hangi çiçeği koparmak için elimi uzattıysam, onu ‘Allah, Allah!’ diyerek Rabbini zikreder bir halde buldum. Gönlüm onların zikirlerine mani olmaya razı gelmedi. Ben de çaresiz, elimde ki, zikrine devam edemeyen, şu solgun çiçeği getirmek zorunda kaldım…”
Dağlar, taşlar ve hayvanlar zikrederken…
Cenab-ı Hak, yarattığı canlı-cansız bütün mahlûkatına kendini tanıtmış ve onları daimi bir sûrette zikirle vazifelendirmiştir. Bu sebeple mahlûkatın hepsi, bizim idrakimiz dışında, kendi dillerince ve hususiyetleri mucibince (gereği), tabii ve periyodik bir zikir halindedir. Yani Allah’ı tanıyıp itaat etme keyfiyet, sadece insana has bir durum değildir. Hatta diğer varlıkların, gayr-i iradi de olsa, bu hususta nice insanlardan daha yüksek bir seviyede bulunduğu ifade edilmiştir.

Ayet-i kerimede buyrulur: “…Kuşları ve tesbih eden dağları da Davud’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yapmaktayız.” (Enbiya; 79)

Rabbimizin; dağların, taşların, kuşların zikrini haber vermesi ve buna benzer bütün beyanları, zikir hususunda cemadat (cansız) ve hayvanattan daha gafil kalmaması için, mahlûkatın en şereflisi kılınan insanoğluna açık bir ikaz mahiyetindedir. 

Şu misal de, bu hususta ne kadar manidardır: Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, yolda giderken bir grup insana rastladı. Binek hayvanlarının üzerinde durmuş (sohbet ediyorlardı). Onlara şöyle buyurdu: “Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde bırakın, dinlendirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin. Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)

İşte bu hassasiyet sebebiyledir ki arif müminler, Allah’ı zikrettikleri için zerreden kürreye kadar bütün varlıklara ulvi bir nazarla bakarlar. Sarı çiçekle içli içli hasbihal eden Yûnus Emre’nin; “Benim bir karıncaya, ulu nazarım vardır…” buyurması da bu hikmetin veciz bir ifadesidir.
Ayet-i kerimelerde buyrulur: “Görmez misin ki; göklerde ve yerde olanlar; Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de (gafletleri sebebiyle) azap hak olmuştur…” (Hacc; 18)

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız…” (İsrâ; 44)

 

Zikrin üç hali ve fayda görmek

Hak dostları, daima Allah ile olup zikrin hakikatine erdiklerinden, her hal, hareket ve sözleriyle Allah’ı hatırlatırlar. Nitekim hadis-i şeriflerde de: “İnsanlar arasında Allah’ın zikrinin anahtarları vardır. İnsanlar onları gördüklerinde hemen Allah’ı hatırlarlar.” (Heysemi, X, 78)

“(Allah’ın veli kulları) yüzlerine bakıldığında Allah Teâlâ’yı hatırlatan kimselerdir.” buyrulmuştur. (İbn-i Mace, Zühd, 4)

Böyle kimseleri Hakk’ın bir lûtfu bilip onlardan manen istifadeye çalışmak gerekir. Zira onlar, bulundukları beldeler için ilahi bir rahmettirler. Hak dostlarını böylesine yüce bir mazhariyete eriştirense, zikrullah’ı yüksek bir kalbi keyfiyetle yaşamalarıdır. Eşrefoğlu Rûmi Hazretleri bu hakikate işaretle, zikri üç mertebeye ayırır: “Birincisi, dil zikrederken gönlün ondan gafil olmasıdır. Bu, avamın zikridir. İkincisi, hem dil hem de gönül ile zikretmektir ki bu, havassın zikridir. Üçüncüsü, hem dil hem gönül hem de bütün azalarla zikretmektir. Bu da hassü’l-havassın zikridir…

Sahrada susuzluktan aklı başından gitmiş biri, suya ulaşıp içmeden susuzluktan kurtulamaz. Onun yalnızca “Su, su!” diye inlemesi susuzluğunu gidermez… Talibin gönlü de önce Allah muhabbetiyle yanmalıdır. Ondan sonra vuslat susuzluğu ona galip olur ve şevke, ıztıraba gelir. Vuslat hâsıl olmadan da kalp itmi’nana ermez…” 

Demek ki dilin zikri, kalbin zikriyle ahenk teşkil etmelidir. Aksi halde dil zikrederken, ruh başka yerlerde geziniyorsa; kalp, Allah ile değil de masiva ile beraber ise, o zikirden bir fayda ummak beyhûdedir.

Zikrin ahiretteki faydaları 

Cenab-ı Hakk’a hakiki manada kulluk yapabilmek ve bu suretle marifetullaha ulaşmak, zikrin kalpte kazandığı mevki ve hissedilişindeki derinlik nispetinde gerçekleşir. Bu sebeple Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Rabbini, kendi içinde (kalbinde), yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle, gece-gündüz zikret! Gafillerden olma!” (A’raf; 205) 

Vücut mülkünün sultanı mevkiinde olan kalp, zikrullah ile ihya olup hakkı batıldan ayırt edebilecek bir nura kavuştuğunda, bedeni hakka ve hayra yönlendiren bir pusula haline gelir. Emri altındaki bütün uzuvlara isabetli talimatlar verir. Neticede Hakk’ın razı olduğu bir kulluk kıvamına erişilir.
Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem, zikrin faziletini şöyle beyan buyurur: “Allah’ı zikreden kimseyle zikretmeyenin misali, diri ile ölü gibidir.” (Buhari)

Işık olmadan göz hiçbir şey göremeyeceği gibi; imanın nûru, Kur’an ve Sünnet’in feyzi olmadan da, kalp gözü hiçbir hakikati göremez. Kalplerde imanın nuru zikir ve tefekkürle parlar.

Ayet-i kerimede buyrulur: “Her kim Benʼim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. O da şöyle der:«Rabbim! Dünyada gören bir kimse olduğum halde, niçin beni kör olarak haşrettin?» (Allah) buyurur ki: «İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun (ilahi hakikatlere âmâ kesildin). Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!” (Taha; 124-126)

Nitekim hikmet ehli şöyle buyurmuşlardır: “Kim dünyaya ibret almadan bakarsa, kalp gözünde bu gafleti nisbetinde bir körelme hasıl olur.” (İbn-i Kesir, I, 448)

OSMAN NûRİ TOPBAŞ

Yorumlar

Hiç yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın.

Yorum Yap

2016 Zümra İlim | All Rights Reversed.
Web Tasarım: Markalize