Parantez Hayat Sermayesi Kulluk Sanatı Yansımalar İnsan'a Doğru Tefekkür Bahçesi Fikir Meydanı Mihenk Taşı Kalbin Dili Mesneviden Hikayeler
2016-03-16 13:14:00 Yönetici 0 Yorum

YENİDEN ÜMMET OLABİLECEK MİYİZ?

Müslümanların zillete düşmelerinin sebepleri

İyi bir gözlem yapıldığında, Müslümanların içinde yaşadıkları zillet halinin çok farklı sebepleri olduğunu görmek mümkün... Bunların bir kısmı siyasi, bir kısmı ekonomik, bir kısmı ise uzun zamandır farklı milli devletler şeklinde yaşadıkları için oluşan faklı din anlayışları. En önemlisi ise kanaatimce İslami anlayışlarımızın farklılığından kaynaklanıyor.

Dikkat edecek olursak iki genel anlayış var İslam âleminde; Birincisi; ferdi olarak, hiç bir sosyal sorumluluk hissetmeden, doğrudan rıza-i ilahiyeye ulaşma yöntemleri icat edildi. Adeta hiç bir bela ve imtihana tabi olmadan, hiç bir mücahede ve sorumluluk yüklenmeden, direk olarak cennete gitme formülü ele geçirilmiş gibi…

Böyle düşünen müslümanlara bir şey anlatmak da mümkün görünmüyor. Adamcağız adeta alaycı bir tavırla “Siz ne derseniz deyin, ben işin kolayını bulmuşum” der gibi duruyor. “Günlük ibadetlerimin yanında zikrimi yapıyorum, daha ne olsun? Her koyun, kendi bacağından asılır ne de olsa.” (!)

Bu anlayışa sahip olanlara göre, dünyanın bilmem hangi coğrafyasında yaşayan Müslümanların sorunları bizi ilgilendirmez. Hatırlamaya bile gerek yok. Onların sorunları, onlara aittir.

Bu anlayışı destekleyen tabiî ki kültürel bir miras da var. Bu konularda yazılmış binlerce menkıbe kitapları, dualar, duaların esrarı ve uydurulmuş hadisler vs...

İkincisi ise daha da beter bir durum. Bu insanlar kendi din anlayışlarının dışındaki tüm anlayışları ve mezhepleri “küfür” olarak görmekteler. Kendilerinin dışında kalan kocaman İslam ümmeti, adeta dalalette ve bir tek kendileri kurtulmuş. (!)

Bu insanlar, İslam tarihindeki Harici mantığıyla “Cihad” ismi altında, İslam âleminde terör estiriyorlar. Kendi anlayışlarının dışındaki herkes kâfirdir ve katli helaldir. Düşman gördüklerini de kameraların karşısında gırtlaklarını keserek, İslam'a hizmet ettiklerini iddia ederler. Bu hareketleriyle, özellikle gayri müslim olan toplumlarda meydana gelen İslam'a yönelmenin önünü tıkıyor ve Müslümanlığı vahşi bir din gibi dünyaya lanse ediyorlar.

Bu iki anlayış, maalesef İslam toplumlarında gittikçe yaygınlaşan musibetlerdir. Birincisi, Müslümanların sosyal alandaki sorumluluklarını törpülemekte ve adeta kendi kendine “beleşten cenneti kazanmanın yolu”nu göstermekte... Diğeri ise rahmet ve şefkat dini olan islam'ın yayılmasına mani olmakta ve bizzat İslam coğrafyasında tefrikanın ve harici kültürün yayılmasını sağlamaktadır.

Öyle görülüyor ki İslam’ın özünde olmayan bu tür İslam yorumları, İslam düşmanlarının uzun uğraşlar sonucunda içimize soktukları, bidat ve saplantılardan başka bir şey değil…

İslam âleminde fitneler kol geziyor…

Bu iki anlayış da İslam'ın ruhuna aykırıdır. Ve sadece Allah’a düşman olan mihraklara hizmete dönüşmektedir. Birincisi, eğer ferdi anlamda sadece ibadetlerle ve dualarla kurtuluş olsaydı Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de sosyal sorumluluklarla alakalı neden bu kadar ayet gönderdi? Hâlbuki peygamberimiz vefat ettiğinde, yaklaşık yüz on bin sahabe yaşıyordu. Bunlardan sadece on bini Haremeyni’ş Şerifeynde vefat etti, yani yüz bini, o kutsal toprakları terk ederek başka coğrafyalarda öldüler veya şehit oldular. Hâlbuki herkes o topraklarda ölmeyi isterdi.

Peygamberimizin dizlerinin dibinde terbiye görmüş bu mübarek zatlar, bunu düşünmediler. Tâ uzak coğrafyalara, dönmemek üzere gittiler. Kimi Kafkaslarda, kimi Rum diyarında, tâ İstanbul surlarının diplerinde, kimi İspanya’da, kimi Türkistan'da, kimi Afrikan'ın o kızıl çöllerinde şehit oldu yâda vefat etti. Kimileri ticaret için, kimileri tebliğ ve davet için, kimileri de cihad için gittiler…

Çoğu da yaşlanmıştı. Ama buna rağmen ferdi anlamda kurtuluşun, İslam’da yeri olmadığını çok iyi biliyorlardı. Sadece ibadet ederek cenneti kazanmanın mümkün olmadığını tam manasıyla idrak etmişlerdi.

Diğer anlayış da İslam'ın ruhuna aykırıdır. Müslümanların fethettiği çoğu ülkeler, müslüman olmadıkları halde, Müslüman tebası olmayı kabul etmiş, bilahare Müslümanların engin şefkati ve adaleti neticesinde, kendiliğinden Müslüman olmuşlardır. Büyük İslam komutanı Alparslan, Anadolu'ya girdikten sonra kimseyi sürgüne göndermemiş ve de katliam da yapmamıştır. Yani, Sultan Alparslan ile harp eden insanlar, o topraklarda yaşamaya devam ettiler. Zamanla İslam’a ısınıp kendiliğinden Müslüman oldular.

Bugün İslam âleminin üstüne, yeniden Bizans orduları geliyor. Yeniden Ahzap Orduları hazırlanmış, Haçlı Orduları yeniden geliyor üzerimize... İçimizde var olan Ben-i Kureyza ihaneti, yeniden nüksetti adeta… Ebu Cehiller, Yezitler, Haccac-ı Zalimler, Müseylemetü'l Kezzaplar her türlü ihanet, nifak ve şikaklarıyla yeniden hayat buldular…

Hz. Ömer radıyallahu anhuyu şehit eden fitneler kol geziyor İslam âleminde…

Hz. Osman'ı, Hz. Ali'yi -radıyallahu anhum- şehit edenler, Kâbe’yi ateşe verenler, ihtida savaşlarında iman ettikleri halde Müslümanları katledenler, Kerbela’da Resulullah'ın Ehli Beyt’ini katledenler gibi; Abbasilerin yıkılışında Tatarlarla gizli anlaşma yapıp ihanet eden İbni Alkan gibi hainlerin, facirlerin kol gezdiği bir İslam coğrafyası var maalesef...

İhtilafları körükleyerek bizi zayıf düşürdüler

Tarihin hiç bir döneminde müslümanlar, aralarındaki mezhebi farklılıktan dolayı farklı camilere sahip olmadılar. Veya diyelim ki bazen oldular, fakat asla zarar vermediler birbirlerinin mabetlerine…

Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da Cuma ve Bayram Namazlarında canlı bombalarla Müslümanlar birbirlerini katlediyor şimdi!

Herkes bunun yabancılar tarafından yapıldığını söyler. Belki tezgâhlayanlar, finanse edenler yabancılar olabilir ama şunu unutmamak lazım ki bizim birbirimize karşı o kadar derin bir nefret kültürümüz var ki yabancılar oturdukları yerden sadece finanse ediyorlar. Biz zaten birbirimizi yemek için adeta can atıyoruz!...

Benim uzaktan bir akrabam Hacca gitmişti. Hac ile ilgili yaşadığı ilginç bir olayı bana anlatmıştı. Konunun daha iyi anlaşılması için sizinle paylaşayım. Dedi ki;

“Ben Mescid-i Haram’dan çıkarken kapıda uzun sakallı ve sarıklı biri duruyordu ve her geçene bir matbu kâğıt uzatıyordu. Arapça bir metindi. Ben de aldım o kâğıttan ve okumaya başladım. Bu âlim görünümlü şahıs, benim okuduğumu görünce dikkatini çekmiş olacak ki bana ‘Okuyabiliyor musun?’ diye sordu. Ben de okuyup, anladığımı söyledim. Bunun üzerine ‘Sen bunu oku ve yarın gel, sana bir CD’de vereyim’ dedi. Bende ‘Tamam’ dedim. Bana nereli olduğumu sordu. Bende ‘Türkiyeliyim’ dedim. Bunun üzerine ‘Sizin memlekette de müfsitler var mı?’ dedi. Ben de ‘Kim bu müfsitler?’ diye sordum. ‘Sofiyyun’ dedi. Yani sofileri kastediyordu.

Ben de yüzüne baktım ve dedim ki ‘Ey şeyh! Türkiyeli Müslümanlar olarak, bizim halimizin ne olduğunu biliyor musun? Bizim iktisadımız faize dayalı, zina bizim yasalarımıza göre suç değil, kızlarımız zor şartlarda okuyorlar, medeni hukukumuz ecnebi hukuku, yani anlayacağın halimizde çok güzel değil! Şimdi böyle durumda olan bir İslam toplumunda, sofiler mi müfsit? Bu nasıl insaf?’ Bunun üzerine sinirlendi ve elimdeki kâğıdı da alarak beni yanından kovdu.”

 



Bugün Mısırlı Müslümanlar, büyük bir felaketle karşı karşıya kalmışlar; modern firavunların yaptıkları hiç de tarihteki Hz. Musa'nın mücadele ettiğinden aşağı değiller. Bu firavunların, bu aralar Mısır’daki müslümanlara yaptıkları zulüm, onları tatmin etmemiş olacak ki Gazze'deki Müslümanlar için dünyaya açılan tek kapı olan tünelleri yıkmakla meşguller. O tüneller, Filistinli gençlerin kazdıkları ve oradan (İsrail’e göre) gayri resmi olarak elde ettikleri akaryakıtla, Filistin'in elektriğini ürettikleri tüneller.

Suriye'de kimyasal silahlar kullanılıyor. Şimdiye kadar 150.000’e yakın insan hayatını kaybetti. Ülke nüfusunun ciddi bir kısmı, komşu ülkelere sığındı aileler dağıldı namuslar kirletildi.

Son zamanlarda yaşanan bu olaylar sonucu 100 yıla yakın bir süredir adeta gözlerine perdeler çekilmiş ve dostunu düşmanını ayrıt edemez hale getirilmiş olan İslam Ümmeti, birlikte birçok gerçeği öğrenme fırsatı buldu.

İslam coğrafyaları kan, zulüm, esaret altında, her gün yüzlercesi katlediliyor! Hal böyleyken peki, ne olacak bizim bu halimiz? Bu birliğimizi parçalayan sakat anlayışlarla sarmalanmış olan İslam ümmeti yeniden birlik olur mu? Aralarındaki mezhebi ve kavmi farklılıklarla beraber yeniden kardeş olabilirler mi?

Ümmetin ihyası ancak Ümmet Şuuru ile mümkündür!

Allah-u Zülcelâl bizim birlik olmamızı emreder. Tefrikaya düşmemizin bizi zayıflatacağını beyan eder. Bunun için önce ümmet olmanın ne anlama geldiğini öğrenmemiz lazım.

Yeniden Sahabe-i Kiram gibi iman etmeliyiz. Temel esaslarda birlik olmalıyız. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin hayatta olmasına rağmen, Ashab-ı Kiramın da aralarında farklı anlayışlar olurdu. Ama bunlar tali meselelerdi ve uhuvvetlerine halel getirmezdi. Kıblesi bir, kitabı bir, peygamberi bir ve aynı Allah’a ibadet eden bir ümmettiler.

O halde madem sahabeler birer yıldızdırlar, o zaman uhuvvetimizin yeniden hayat bulması için Resulüllahın Ehl-i Beytini ve her biri birer yıldız gibi olan sahabelerinin yolunu takip etmeliyiz.

Biz Müslümanlar, ümmet şuuruyla hareket ettiğimiz dönemlerde, Allah celle celaluhu bizi yeryüzünde adaleti tesis eden, halkını asırlar boyu güven ve huzur içinde idare eden büyük devletleri kurmakla şereflendirdi. Bütün insanlık hala, bizim, tarihteki o adil yönetimimizden bahsetmektedir. Avrupa'nın asilzadeleri, o dönemlerde çocuklarını Endülüs okullarında okuturlardı ki sırf çocukları insanî erdemlere sahip olsunlar...

Müslümanları kardeş yapan pek çok faktör vardır. Sıkıntılı anlarda yardıma koşmaları, İslâm’ın yücelmesi için Allah yolunda fedakârlıklar göstermeleri, onları bir arada tutan ve kaynaştıran unsurlardan sadece bir kaçıdır. Esasında, Müslümanları birbirine kenetleyen ne kadar faktör varsa bunları bir şemsiye altında birleştiren ana unsur “ümmet şuuru”dur.

Müminler ümmet oldukları için bir aradadırlar. Camide bir safta omuz omuza vermeleri, tüm dünyadaki Müslümanların namaz kılarken tek bir yöne Kâbe’ye yönelmeleri, zekâtlarını ihtiyaç sahibi müminlere takdim etmeleri, Kâbe’nin etrafında tavafa koşmaları, yılın aynı günlerinde oruç tutmaları, tüm dünyada aynı ezanı okumaları, aynı amentüye inanmaları, hep ümmet oldukları içindir.

Başka bir ifadeyle, tüm bunlar, İslâm bir arada yaşanması gereken din olduğundandır. Nitekim dünyanın herhangi bir bölgesinde inleyen müminlerin derdine derman olmak için seferber olmaları, onlar için gözyaşı dökmeleri ve her bir müminin derdini, kendi dertleri edinmeleri onlardaki ümmet bilincindendir. Çünkü Allah celle celaluhu onları kardeş kılmıştır. Kardeşliğin esası ise müminin diğer mümin kardeşine sahip çıkmasıdır.

Bundan dolayı, Müslümanlıktaki kaynaşma ve birlik, başka hiçbir dinde ve inanışta yoktur, olamaz. Olamadığı için de İslâmî hassasiyetlerden habersiz olanlar ümmetin ne olduğunu bilemeyenler, bir ülkedeki Müslümanların dünyanın diğer tarafında zorda kalmış müminler için endişelenmelerini ve yüreklerinin sızlanmasını anlayamazlar. ‘Kendi yurdundaki insanlar dururken, başkaları için ne diye seferber oluyorlar’ derler. Yardım kampanyalarını, çırpınışları gereksiz görürler. Çünkü onlar için destek olunması gerekenler, devlet sınırları içerisinde yaşayanlar ve soydaşlarla sınırlıdır.

Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin şöyle buyurduğundan habersizdirler: “Müminler bir vücudun organları gibidirler. Hangisi bir acı duysa diğer organlar da bunu hissederler…”

Ümmet bilinci dünya barışının da teminatıdır

Kudüs, bizim topraklarımız içinde iken orada tüm inanç mensupları barış ve huzur içinde, yüzyıllar boyu yaşamışlar, kimse, kimsenin kanını dökmemiş, malını gasp etmemiş ve namusuna dokunmamıştır. Ne zamanki; Osmanlı, dünya siyaset sahnesinden çekildi ve o topraklar zalimlerin eline geçti, işte o zamandan beri sadece Filistin değil, bütün dünya yaşanmaz hale geldi.

Ümmet bilinci, tüm inananları kardeş yaptığı gibi bütün insanlığın da adalet, barış ve insan haklarına saygılı bir düzende yaşamasının teminatıdır.

Ümmet şuurundan yoksun kavimlerin, itaat ve sadakat bilincini de yitirdiklerini, Kur’an-ı Kerim’de geçen Talut-Calut kıssasında bütün açıklığıyla görmekteyiz.

Bu bilinçten yoksun olan toplumlar, düşmanlarına karşı zayıf ve savunmasız kalarak mağlup olmaktadır. Ama ümmet şuuruyla hareket eden Müslümanlar, sayıları az olsa bile Allah Teâlâ’nın izni ile galip gelmektedirler. İnşaallah, yine galip geleceklerdir.
MUHAMMED Z. YILDIZ

Yorumlar

Hiç yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın.

Yorum Yap

2016 Zümra İlim | All Rights Reversed.
Web Tasarım: Markalize