Şiir Edebi Yazılar Genç Köşe Sıradışı Olaylar Takvim Hikmetli Sözler Tavsiye Edilenler Sizden Gelenler
2016-03-28 15:38:08 Yönetici 0 Yorum

KANLIKALE’NİN BİDLİS’İ

Hayatının en goncalı baharında, gözlerini ve gönlünü ölüm arzusu doldurmuştu. Kaygılardan, eleştirilerden, azarlamalardan, okul sınavlarından, anlaşılamamaktan, tüm kavgalarından yana yorgundu…

15 yaşındaki kalbinin; 60 yaşındaki bir kalp gibi yavaşladığını hissedebiliyordu. Sırtındaki hayat ağırlığını taşıyamayacak kadar güçsüz düşmüştü. Ölmekten başka çaresi yoktu. Aklına gelen tek kurtuluş yolu buydu. Ama nasıl yapacaktı?

“Yüksekçe bir yer bulmalıyım” diye düşündü. Bitlis’te doğup büyümüştü. Burada kaya çoktu ama ölecekse şayet; az da olsa fiyakalı olmalıydı ölümü. Özgürlüğü sonuna kadar hissedebileceği bir düşüş olmalıydı düşüşü… Manzarası güzel bir yerde gözleri kapanmalıydı.

Bitlis Kale’si geldi aklına. Zaten Bitlis’te sarp kayaların üzerindeki en ihtişamlı ve en büyük kaleydi. Zamanında, idam edilecekler oradan aşağı bırakılıverilirmiş. Şimdi de onun hayatının idam zamanı gelmişti. Kaldıramadığı her şeyi de kendisiyle beraber bir çırpıda yok edebilecekti. Üstelik bu sefer, tüm kararı ve mesuliyeti kendisi alabilecekti.

Okuldaki ilgisiz öğretmenlerini, kötü notlarını, dayak yediği babasını, kavga ve tartışmadan başka bir şey bilmeyen annesini, onunla alay eden tüm yaşıtlarını, arada kocasından yediği tokatlardan evlerine kaçan ablasını, eniştesini, sarhoş ve bitap eve döndüğü halde ona sürekli dayak atan abisini ve ilkokuldan beri gönlünü çalan ama bir türlü kendisinden hoşlandığını dile getiremediği kızı atacaktı…

Pahalı kıyafetleri, markalı ayakkabıları, sürekli bir yenisi çıkan cep telefonlarını, teknolojileri, trendleri. Her birini, tek tek, büyük bir zevkle atacaktı uçurumlara…

Yanında mutluluğa ve huzura dair götürebileceği hiçbir şey yoktu zaten. En fiyakalı ölümün, Bitlis Kalesi’nden atlamak olduğundan emin olabilmek için bilgisayarının başına geçti. Kuş gibi süzülecek olmanın bırakacağı hazzı düşünmek bile başını döndürüyordu…

Arama motoruna Bitlis Kale’si yazdı. Tek tek açılan sayfalara göz gezdirirken, öğrendikleri oldukça ilgi çekiciydi.

Anlatılanlara göre; Evliye Çelebi dahi gezmeye gelmişti burayı. Gelmişti gelmesine ama Evliya Çelebi’nin oldukça garip bir huyu vardı. Ne zaman bir beldeye düşerse yolu, gezdiği her bir tarihi eseri adımlayarak ölçerdi. Bitlis Kalesini de görünce yine aynısını yapar. Başlar adımlamaya 1, 2, 3, 4... 12… 20… derken, 4.000 adım olarak hesaplar kalenin etrafını. Merakla okudu Evliya Çelebi’nin Bitlis gezisini. Ama en çok dikkatini çeken şey: “Bitlis Kalesi’nden düşenin, asla kurtulabilme imkânı yoktu.”

Zaten aradığı buydu, daha fazla zaman kaybına ihtiyaç yoktu. Kalktı, evden çıktı. Ne not yazdı. Ne ağladı. Nede arkadaşlarına son bir mail attı. Hatta yanına tek bir eşya dahi almadı.

Bitlis’i karış karış arşınladı. Kale’nin karşısına geldiğinde, adım atmaya yetecek kadar gücü kalmamıştı. Kale’ye doğru aheste aheste yürüdü ve gönlüne yerleşen en yüksek burca tırmandı. Ayaklarını aşağı doğru salıp bir köşesine oturdu. Ve huzur bulana kadar manzaraya bıraktı kendini.

Umursamaz bir kişi değildi ama bir türlü sevemiyordu yaşamayı. Sürekli zorlamıştı kendini… Ne ailesini, ne arkadaşlarını, ne öğretmenlerini, nede insanları kaldırabilecek zerre kadar tahammülü kalmamıştı. Şu Bitlis kendisinden kat kat büyüktü ama bir türlü sığamıyordu. Ağlamazdı hiçbir zaman. O yüzden, her şey içine birikip orda kalıyordu. İnsan ağladı mı başını okşayacak sırtını sıvazlayacak ve onu teskin etmeye çalışacak biri olmalıydı. Başını alıp çıksa dolaşmaya; ne Nemrut Dağı geçit verirdi nede krater gölünden geçebilirdi.

- Evladım, düşeceksin!

Bir anda sıçradı. Sese dönünce yaşlı sayılabilecek bir adamla karşılaştı. Eski sayılabilecek kıyafetler içerisindeydi. Ya buranın geleneksel kıyafetlerini giymişti ya rehberdi ya da gökten onu aşağı itmesi için gönderilmişti.

- Zaten düşmeliyim! Dedi gülerek.

- İn evladım aşağıya!

Sinirlenmişti. O seslerden kaçarken ölümüne bile karışacak bir ses bulmuştu yine.

- Git işine, derdin ben miyim? Dedi.

- Yok evladım. Benim tek derdim Bidlis!

Omuzlarını silkti. Onu duymamış gibi yaparak oturmaya devam etti. Tehlikeye yakın olmak, şu an onu daha çok mutlu ediyordu.

- Evladım, sen buranın nasıl yapıldığını bilir misin? Diyen adam, onun yanına, diğer köşeye doğru oturmuştu. Ayaklarını aşağı salmış, küçük bir çocuk gibi sallıyordu. Omuzlarını silkti. Hiçbir cevap verme gereği hissetmedi. Sadece yalnızlığın dibine vurmayı istiyordu.

Adam anlatmaya başlamıştı bile;

- Büyük İskender, bir seyahati sırasında Dicle kıyısına erişir. Kenarındaki ırmağın berrak suyundan içer. Suyun sağlığa yararlı olduğuna kanaat getirir. Bir süre orada dinlenir. Sonra Diyarbakır’a gider. Buradan da Batman kıyısına giderek, Kalender Kale’sine ulaşır.

Fakat Bitlis’ten gelen sudan içer içmez gözleri ışıldar. Merakla suyu takip ettiğinde, nehrin iki yatağa ayrıldığı tespit edilir. Önce Ash vadisinden akan suyu içer ama onun yararlı olmadığı bellidir. Sonra kalenin hemen önünden akan sudan içer ve hemen orada sakin bir uykuya dalar. Bu kaynağın suyunu yedi gün boyunca içer. Kendisinde hiçbir hastalığın kalmadığını görünce komutanı Bidlis’i çağırttırır. Der ki:

- Benim sadık hizmetkârım. Eğer şuraya hemen bir kale dikebilirsen dile benden ne dilersen. Tüm hazinem emrine amadedir. Ama öyle bir kale olsun ki alınması çok güç olsun. O kaleyi Büyük İskender bile alamasın.

Bidlis emri alınca; tüm yapı ustalarını, fen bilimcilerini, fizikçileri ve mühendisleri kalenin yapım işleriyle görevlendirir. Yapımı uzun bir zaman alır. Zorlu ve sarp kayaların tepesinde günlerce çalışırlar. Kale bitince Bidlis, kaleye taşınır ve İskender’e haber gönderir.

İskender’e haber ulaşınca büyük bir zevkle kalenin bulunduğu yere gelir ve tüm kaleyi kuşatır. Fakat bir türlü almaya muvaffak olamaz.

- Hey! Seni dinsiz adam! Bana karşı mı gelmek istiyorsun!” Der ve kaleye her yönden, tüm güçle saldırı emrini verir.

Fakat nafile, sonuç yine değişmez. Sonunda İskender mecburen Bidlis’e elçi gönderir.

- İşlediğin tüm suçlarına rağmen, seni bağışlayacağım çık kalenden dışarı, der. İskender’in gönderdiği elçileri Bidlis ters yüz eder. Bu da yetmiyormuş gibi bir de mancınıklarla ateşe başlar. Çok insan ölür. Savaş, bu şekilde tam kırk gün sürer. Gece ve gündüz… Ordu darmadağın olur. Kırk birinci günün sabahı, kalenin kıyılarındaki bir mağaradan eşek arıları bir bulut gibi dışarı çıkarlar. Her bir arı neredeyse serçe kadardır.

- Yok, artık…

Bir anda verdiği tepkiye, masalcı adam memnun olmuştu. Ama birbirlerine bakışmadan hikâye devam etti.

- Askerler ve hayvanlar arılardan kaçmaya başlarlar. Arılar, İskender’in burnunu, kulaklarını öyle sokmuşturlar ki neredeyse ölür. O da çareyi kaçmakta bulur. Bu olay, İskender’i oldukça yormuştur. Muş ovasına doğru geri çekilir. İşte, tam bu sırada Bidlis, kaleden ayrılarak, içinde mücevherler olan bir kutu ve hediyelerle, kalenin anahtarını İskender’e getirir. Tek tek her birini İskender’e sunar. İskender:

- Hey! Sen kahır olası adam! Neden bunca askerimi telef ettin?”

- Efendim, der Bidlis, alınması güç bir kale inşa etmemi söylediniz, ben de emrinizi yerine getirdim.

İskender, Bidlis’in bu sözü üzerine onu valiliğe atar. Halk da o bölgeye Bidlis adını verir. Bidlis öldükten sona, Bidlis Kalesi “Kanlı Kale” ismini alır.

Dinlememiş gözükse de tüm anlatılanları büyük bir merakla dinlemişti. Yine de:

- Yani? Dedi inadından.

- Bu kalenin her bir burcu gibi aşılamayan kaleler vardır insan hayatında. Şayet kaleyi aşmak istiyorsan sabredip anahtar sana teslim edilene kadar pes etmeden beklemen gerekir. Sabır bazen uzun zamana yayılır. Sabredip beklemek yiğitlere göre bir iştir. Herkes başaramaz zorluklara rağmen hayatta kalabilmeyi. Hem cesaret, hem güç, hem de delikanlılık gerekir. Hayatın verdiği armağanlar, İskender’ e verilen armağanlardan hep daha yücedir. Kimi zaman adın bir şehrin adı olur. Kimi zamansa namın diyar diyar duyulur. Hadi çocuğum, in aşağıya ve uyan!

- Uyan!

- Uyan!

Son söz, tüm heybetiyle beyninde yankılanıyordu. Büyük bir korkuyla sıçradı. Bilgisayarının başındaydı hala...

Tek adım dahi atmamıştı. Kendini toparlayıp neler olduğunu anlamaya çalışırken, bilgisayarda Kanlı Kale’yi araştırırken uyuya kaldığını fark etti. Aynı gördüğü gibiydi. Tek tek ayrıntılarını dahi görmüştü. Tabi resmin altındaki not hariç! Diyordu ki:

“Bitlis Kalesi toprakla dolu olduğundan gezilememektedir.”

İşte, şimdi aklı iyice karışmıştı. Sayfayı merakla aşağı doğru sürüklemeye başladı, bir noktada kalbinin atış hızı arttı. Kulakları çınlamaya başladı. Ellerinin titremesi gittikçe arttı. İskender ve Bidlis’in temsili resmi vardı ekranda. Gördüğü adam tam karşısındaydı. Bidlis’i görmüştü aslında…


HATİCE KÜBRA İPEK

Yorumlar

Hiç yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın.

Yorum Yap

2016 Zümra İlim | All Rights Reversed.
Web Tasarım: Markalize